- Makaleyi Paylaş
- Facebook'ta Paylaş
- Twitter'da Paylaş
- 26 Kasım 2024, Salı 15:35
- 53 kez okundu
YETERİNCE ÖĞRETMENMİYİZ
Eğitim ve öğretim icrasında öğretmenlik ve okul tüm gelişmelere rağmen önemini ve yerini hala korumaktadır. En azından şimdilik bu unsurlar olmadan bir eğitim öğretim faaliyeti düşünemiyoruz. Bugün yaklaşık on beş milyon civarında eğitim çağındaki çocuğumuz her şeyiyle öğretmenlere emanet edilmiştir. Bu sayı birçok Avrupa ülkesinin toplam nüfusundan daha fazladır. Her ülke için ele geçmeyecek bu avantajlı durum, gereği gibi değerlendirilmediğinde ne gibi sosyal yaraların açılacağı izahtan vareste bir durumdur. Bütün bu faaliyetleri omuzlayan, yaklaşık iki milyon kadar öğretmenimizin bugün birçok problemleri bulunmaktadır. Öğretmenlerimiz bir yandan görevlerini icra ederken, diğer yandan bu problemlerin üstesinden gelmek için gayret göstermektedirler. Öğretmenlerimizin sosyal, ekonomik vb. birçok noktadan durumlarının, iyileştirmeye muhtaç olduğunu söylemeye gerek yoktur. Her sene 24 Kasım öğretmenler gününde her kesimden verilen beyanatlarda, bu problemlerin aslında bilinen şeyler olduğunu da görüyoruz. Ancak ülkenin gelmiş olduğu noktada bilhassa istihdam politikası yönünden öğretmenliğin gözde mesleklerden biri olduğu da her sene yapılan ÖSS imtihanlarından anlaşılmaktadır. Öğretmenlerimizin kendilerinden kaynaklanmayan problemlerini çözmek, belki zaman alacaktır. Mevcut problemleri kabul etmemize rağmen ve bir an önce halledilmeleri yönündeki dileğimiz saklı olmakla birlikte, birçok önemli husus bulunmaktadır. “Çuvaldızı kendine iğneyi başkasına” atasözünden hareketle kendimize özeleştiri yapma imkânı sağlayacak birkaç soru yöneltmek istiyorum. Şüphesiz başka sorular da yöneltilebilir. Mevcut sorularımız başka soru ve çözümlere kapı aralarsa kendimizi amaca hizmet etmiş sayacağız. Yeterince Seviyor miyiz? Bütün meslekler sonuçta insan unsuru ile yürümekte ve yürütülmektedir. Ama öğretmenlik kadar insan ile içli-dışlı, onunla haşir-neşir bir başka meslek herhalde göstermek imkânsızdır. Bir demirci veya kuyumcu düşünün; elindeki madene şekil veriyor, desenler çiziyor, bir eser ortaya koyuyor ve eseri ile mutlu oluyor. Ama bu eser neticede bir metalik maddeden öteye varmıyor. Bir öğretmen düşünün, elinde bir insan var. Onunla birlikte konuşuyor, gülüyor, ağlıyor, soru soruyor, cevap alıyor. Bu insanın bir kalbi, kafası ve istikbali var. Bunların hepsi size emanet ve sizin elinizde şekilleniyor. Öğretmen olarak programları eksiksiz bir şekilde işlemeye gayret ederken beraberinde sevgi, şefkat, anlayış vb. kişilik özelliklerine de dikkat ediyor muyuz?.. Öğrencilerimizin kafaları ile ilgili olduğumuz kadar kalpleri ile de ilgili miyiz?.. Onların gönül bahçesinde hangi çiçeklerin açtığını, hangisinin daha tomurcuklanmadan solduğunu anlayabiliyor muyuz?.. Verdiğimiz bilgilerin ilerde hangi işlerine yarayacağına dair ne gibi çabalarımız var?.. Öğrencilerimiz, öğretmenlerinden bir pınar gibi sevgiyi kana kana alabiliyorlar m›?.. Şartsız, kendiliğinden ve güvenli bir şekilde sevgi alışverişini sağlayabiliyorlar mı?.. Bütün bu vb. soruların cevabı evet ise doğru yerde duruyorsunuz demektir. Artık gözlerimizin ışıltısı bir güneş gibi yavrularımızın zihinlerini aydınlatıp, gönül bahçelerindeki çiçeklere yeterli sıcaklığı veriyoruz demektir. Bu sorulara gönül rahatlığıyla ile ‘evet’ diyemiyorsak daha çok yol kat etmemiz gerektiğini söylemeye gerek yok... Sevgisiz, zoraki veya başka faktörlerle öğretmenliği bir arada yürütmekse, hem öğretmen hem de öğrenciler için çok zor bir meslek olsa gerek... (Seveceksin ve sevdiğini olanca yalınlığı ile hissettireceksin sevgili arkadaşım...) Yeterince iletişim kurabiliyor muyuz? Her öğretmenin öğrencisine faydalı olabilmek için elinden gelen gayreti gösterdiğini söylersek, abartmış olmayız. Hatta öğretmenlerin belki diğer meslek erbabına nazaran daha çok çalıştığı, yorulduğu, zaman zaman kendini parçalarcasına koşuşturduğunu söyleyebiliriz. Ama bütün bunlara rağmen bu gayretlerinin karşılığını çoğu zaman alamaz ve yine zaman olur ki öğretmen bir sözlü teşekkür ve takdire bile hasret kalır. Sınıfta dersler monoton ve sıkıcı bir hal alır. Peki çare nedir? Öğrencilerin “geri zekâlı veya nankör” olduğunu söylemek herhalde çok aceleci ve yersiz bir gerekçe olurdu. Sınıfta yaratıcı, sıcak bir havanın doğması, derste adeta heyecanlı bir filmin canlı aktörleri gibi herkesin üzerine düşen rolü yerine getirmedeki istek ve şevki sağlayabilmekten geçtiğini söylersek hata etmiş olmayız. Verdiğimiz mesaj anında algılanabiliyor mu? Evet kendimizi çok yoruyoruz ama karşıdaki muhataba ne kadar verebilmişsek, biz o kadarız, iletilerimizin anlamı aldığımız cevapta saklı. Öğrenciden dönen geri bildirimler bize bir yol haritası kadar değerli olmalı. Bunlarla etkili iletişimin şifresini çözüp, öğrencinin iç dünyasındaki patikalar, engebeler iniş ve çıkış yollarını bir bir keşfetmiş oluruz. Dolaysıyla öğrencinin davranışlarından iç dünyasına yolculuk yapar, tecrübe ve yaşantılarının ipuçlarını yakalarız. Sonra bakarız ki aslında yanlış anlaşılmalar direnme ve yokuşa sürmeler tek tek bitmiş, iyi bir iletişimin tüm ilişkilerin temeli olduğu gerçeği yüzünü göstermiş olur. Arka sıradan dışarıyı seyreden çocuk; aslında soğuk, bencil, ilgisiz ve içine kapanık değil, n’olur beni fark edin, beni anlayın ve birisi bana bir el uzatsın demektedir. Yoksa kuyuya düşmüş insanın üzerine kapağı örtmek, sadece çekilen acıyı artırıyor. Sen el uzat, belki ulaşırsın. Elim havada kalacak diye korkmanın iletişime bir katkısı yok... Yeterince coşkuya sahip miyiz? Birçok öğretmen tanıyorum. Hepsi mesleğin başında idealist idiler. Aşk ve şevk doluydular. Zaman geçti sanki havası indirilmiş balon gibi pörsüdüler. Pazartesi ders zili kâbus, cuma paydos zili azatlık duygularını depreştirdi. Çalan her ders zilinde sınıfa değil işkence odasına gider gibi ayakları geri geri gidiyordu... Ne değişmişti... N’olmuştu bu insanlara... Şartların zor olduğu, öğretmenliğin fazla para getiren iş olmadığı, bu ülkede çalışkan insanların her zaman takdir edilmediği vb. hususlar bilinen şeylerdi. Doğan güneşe bile özlemle ellerini uzatıp onunla bir oyuncakla oynamak isteyecek kadar arzulu, cıvıl cıvıl çocukların içinde gülemiyorsak, heyecan ve coşku ile dolamıyorsak nerede bunu sağlayabiliriz?.. Bizi hayata bağlayan şeyin aslında para, mekân vb. şeyler değil yetişen çocuklarımızın olduğunu bir daha hatırlamak gerekmez mi? En önemli ilkenin ise öğrencilerin ruhsuz kurallara kurban edilmemesi ve yine başa dönerek aslında “aslolan insandır” anlayışını ilk planda tutmanın ve öğrenci için en iyi çözümü bulma esnekliğine sahip olunmasının, önemini kavramaktan geçtiğini unutmamak gerekiyor. Buna ilave olarak başarmanın her türlü hazdan daha güdüleyici olduğunu unutmamak gerekir. Yine asıl enerjnin o çocuklarda bulunduğunu bilerek duygu alışverişi içinde, coşkunun bir mıknatıs gibi insanları cezbettiğini, bulaşıcı olduğunu, mevcut enerjiden sinerji ve takım ruhu çıkarmanın aslında kolay olduğunu da... Ayrıca her dersin bir yabancı şehrin tiyatro sahnesinde ilk ve son defa sunulan bir şov/gösteri gibi olduğunu farz edersek, bir defalık şovda her şeyi verme isteğiyle heyecanımızı koruduğumuzu ve adrenalin seviyemizin yüksek olduğunu görürüz. Böylece hayal kırıklıkları ve ümitsizliklere yer kalmaz, heyecanlı ve coşkulu olmak konusunda kendimizi değerlendirme fırsatı bulmuş oluruz. Yeterince esnek miyiz? Eğitim öğretim doğal olarak bir ilmi disiplin olduğu gibi icrası da belli kıvamda bir disipline muhtaç olduğu bilinmektedir. Elbette ki bir takım ölçü ve prensiplerimiz olacak ve olmalı da... Ama elimizdeki malzemenin daha son şeklini bulmamış eğitim çağında çocuklar gençler olduğunu unutmamak gerekir. Kuralları katı bir şekilde uygulayarak öğrencileri sindirmek mümkün olduğu gibi tatlılıkla uygulamak da mümkündür. Eğitici olan da ikinci olandır. Fakat üzülerek ifade ediyoruz ki çoğunlukla yeterli esnekliği gösteremiyor, sözlü veya fiili şiddete, peşin cezalandırmaya başvuruyoruz. Böylece okul eğlenerek öğrenilen eğitim yuvası olmaktan çıkıyor, soğuk, sıkıcı müfredatın öğretildiği anlamsız kuralların uygulandığı mekân haline dönüşüyor. Yine öğretmenlerimizin öğretmenlik rolüne sıkı sıkıya yapışıp, dersleri nasihat ve nutuk gösterisine çevirdikleri bir dizi kuralların sıralandığı askeri disipline taş çıkartır bir havaya girdiklerini zaman zaman görüyoruz. Hâlbuki öğretmenin, müsamahalı›, içten ve iyiliksever yanını öne çıkarıp, yerine göre arkadaş, abi, ana-baba rollerinin daha işe yarar yaklaşımlar olduğunu unutmamak gerekir. Ayrıca yetişkinlerin bile hatadan salim olmadığını bilerek, öğrencilerin tecrübe kazanmaları için aslolan hata yapmamak değil, hatadan ders alarak, kendilerini geliştirmelerine imkân tanıyacak kadar tolerans ve esnekliği de göstermek gerekiyor. Değil mi ki hata yapmayan insanlar sadece mezarda yatanlardır. En önemli ilkenin ise öğrencilerin ruhsuz kurallara kurban edilmemesi ve yine başa dönerek aslında “aslolan insandır” anlayışını ilk planda tutmanın ve öğrenci için en iyi çözümü bulma esnekliğine sahip olunmasının önemini kavramaktan geçtiğini unutmamak gerekiyor. Özetle bu ve benzeri soruları peş peşe sıralayabiliriz. Öğretmenlerimizin mevcut problemlerden yakınmaları ve sızlanmalarının derde derman olmadığını, aksine tutarlı, güven telkin edici, sabırlı, sevecen, mizah kabiliyeti yerinde, dış görünümü tertipli, derslerinde plan, takip, sistem ve takım ruhu aşılayan, vizyon sahibi, öğrencilerini tek tek tanıyan ve onlarla birlikte eğitim öğretim amaçlarına hizmet edecek faaliyetleri yürüten örnek birer şahsiyet olmaları gerektiği ile yetiniyoruz. Sahi biz ne kadar öğretmeniz?
MAKALEYE YORUM YAZIN
-
28.10.2024 DİL YÂRESİ
-
27.08.2024 PAYLAŞIMIN KIYMETİ
-
14.05.2024 İnfak Psikolojisi
-
13.02.2024 GAZZE’YE AĞIT
-
30.08.2023 KUR’ÂN’A BAKMAK VE GÖRMEK / KUR’ÂN’DA BAKMAK VE GÖRMEK
-
05.06.2023 Mağaradan Medeniyete, Evden Rezidansa
-
29.09.2022 İNSANİYET DA’VÂMIZ
-
12.03.2022 İYİLİK HÂLİ
-
18.12.2021 SEZAİ KARAKOÇ'UN VUSLAT YOLCULUĞU