- Makaleyi Paylaş
- Facebook'ta Paylaş
- Twitter'da Paylaş
- 05 Haziran 2023, Pazartesi 21:21
- 630 kez okundu
Adil ŞEN
Yaratılmışların en şereflisi olarak seçkin bir mevkie konan insan, her bakımdan nimetler içinde yüzdüğü cennetten, yeryüzüne indiği andan bugüne kadar kendisini dış etkilerden koruyacağı bir barınağa ihtiyaç duymuştur. İnsanın bir diğer adı beşerdir. Beşer derisi çıplak, zayıf, soğuk, sıcak gibi dış tesirler karşısında dayanıksız anlamlarına gelir. Bu anlamda bir beşerin ilk anda ihtiyaç duyduğu eşya, üzerine giyeceği bir elbise, hemen sonra da başını sokacağı bir barınaktır. İnsanın bulunduğu her yerde bu aslî ihtiyaçlar kendini hissettirir. Bunlardan barınma ihtiyacı ilk önceleri, tabiatın bağrında bulunan bir kovuk veya bir mağara ile karşılanmaya çalışılmıştır. Zamanla insan eliyle açılmış mağaralar, oyularak eve dönüştürülen kayalar bugün hala, dünyanın birçok yerinde varlığını muhafaza etmektedir. İnsanın ihtiyaçlarının çeşitli olması, tek başına yaşama şansının hemen hemen hiç olmaması, beraberinde diğer insanlarla bir arada yaşamayı zaruri kıldığı için, bu zaruret insanların birbirine yakın hayat alanlarını ve müşterek hayatın kaide ve icaplarını da şekillendirmiştir. Zamanın akışı içinde, tarihte ve bugünkü haliyle gördüğümüz yerleşim birimlerini oluşturmuştur. Bu yerleşim birimlerine, en küçük mezradan en büyük kozmopolit şehirlere varıncaya kadar hepsi dâhildir.
Yerleşilen yerin iklimi, coğrafi mevkii, yeryüzü şekilleri, geçim şartları ve araçları, inanç ve kültürler, varsa bağlı bulundukları devletler, bu yerleşim birimlerinin şekil ve şemailini, insanların barınak olarak başını soktuğu evlerin durumunu, kesafetini, kullandıkları malzemeleri belirlemiştir.
Bugün Türkçemizde, insan soyunun barınma ihtiyacını karşıladığı, başını sokup duldalandığı mekâna en alışıldık ve tanıdık bir kelime olarak “ev” diyoruz. Aidiyeti, ev ile tarif etsek yanlış olmaz. Telaffuz edildiğinde insanın içinden sıcak bir titreşimin gidip geldiği “ev”le birlikte, eşanlamlı birçok kelimemiz var; mesela, Ev-bark, evlenmek-barklanmak, ev-bark sahibi olmak. Ev-yurt-yuva, ev-yurt-yuva sahibi olmak içimizi ısıtan kelimelerdir. Farsça’dan dilimize geçmiş, hâne ve bu kelimeden; hânedan, hânedar ve hâne sahibi gibi… Öyle içimize sinmiş ki tüm resmi muameleler için, nüfus kaydında bile “hâne numarası” vazgeçilmez bir kalemdir… Hâne sahibinin kendi hânesinden bahsederken “fakirhânemiz” kelimesi ile tevazuun ifadesi, muhatabın hânesinden bahsederken “devlethâneniz-saadethâneniz” şeklinde, kıymet vermenin güzelliği süsler sohbetlerimizi… Müslüman Türkün Sevgili Peygamber’imizin ailesi ile mübarek vakitlerini geçirdiği evi için “hâne-i saâdet” deyişi, ne kadar müeddep edadır… Misafirin uğurlanırken ev sahibine “hâneniz şen olsun” dileğinin acaba kaç dilde karşılığı vardır? Aynı kelimeden, misafirhâne, eczahâne, hastahâne, yetimhâne, imarethâne gibi kelimeler türeterek bir anlamda meşakkatin, acının, zayıflığın ve fukaralığın evcilleşmesi sağlanarak, hayatımızın bir parçası haline geldiğini görür/üz/dük... Yakın geçmişe kadar, kıraathaneler ne kadar bizdendi, bizimle bütünleşmişti, caminin en yakın ikizi olarak cemaat, camiden kıraathaneye, kıraathaneden camiye taşınırdı… Mahallenin en aşina binası idi, evimiz kadar tanıdık ve sıcacık… Sonraki bir dönem de kahvehanelerin buluşma merkezi olduğu gibi… Tabii cafe’ler pıtrak gibi çarşıyı pazarı istila edince, kahvehaneleri de mumla arar olduk… Aynı kelimeden “Hanüman” şiirlerimizin, şarkılarımızın terennüm edilen nağmeleri arasına girmiştir. Han-hamam ise zenginliğin, nezafetin remzi/simgesi olarak ak-pak duyguların, mimarimize vücut veren medeniyet unsurlarımızdan birisidir.
Arapça’dan da ev anlamına “beyt ve dâr” kelimelerini aldık. Evlerin en kadim ve mukaddesi Ka’be, nâm-ı diğer “Beytullah” kıblemiz oldu. Günde beş vakit O’na yöneldik… Beytülharem dedik, hürmette kusur etmedik… Dünya’nın neresinde olursak olalım, otururken, yatarken Beytullah’a karşı ayak uzatmayı terk-i edep bildik… Hacc’dan gelenlerin gözlerini öptük, Beytullah’ı gördüğü için, avuçlarının içini öptük, Beytullah’ı sıvazladığı için… Camilerimizi süsledi, Beytullah’tan alınan bir örtü parçası, tabutlarımızın üstünde bir taziye ve teselli nişanesi olduğu gibi… Hz. Peygamber’i anarken beraberinde salavat getirdiğimiz atası İbrahim ve İsmail’i ve Tevhid mücadelesini Beytullah’ın hatırası ile diri tuttuk gönüllerimizde… Beytullah’ın bir şubesi idi camilerimiz, mescidlerimiz… Allah’ın evi olarak kabul ettiğimiz camilerimiz, medeniyetimizin hem kıblegâhı, hem de kalbgâhı oldu… Mescid mümin, minber mümin, duvardaki taş mümin, ocaktaki aş mümin oldu… Minarelerden okunan ezanlar huşu ile dinlendiğinde, mahalle mümin, şehir mümin oldu…
Ev anlamına “Dâr” kelimesini de aldık ve çoğunlukla resmî müesseseler için kullandık. Dârüşşifa, dârüleytâm, dârüşşafaka, dârülaceze, dârülbedâyi ve dârülfünûn vs… Her biri İslâm medeniyetinin bir güzide müessesesi… Dünya’ya geçiciliğinden dolayı “dâr-ı fenâ”, ahirete de ebediliğinden naşi “dâr-ı bekâ” veya öte dünya anlamına “dâr-ı ukbâ” dedik, dünyaya uhrevî bir hava kattık… Bundan dolayı bizim medeniyetimiz uhrevî bir medeniyettir… Ahireti dünyaya indirir veya dünyayı ahirete basamak yapar… Sürgün yurdudur, diyâr-ı gurbettir dünya… Varılacak menzil, öte âlemdir…
Ev dediğimiz zaman “mesken” demesek olmaz. Kur’an’da aile, meveddet/içten sahici sevgi, merhamet ve sekinet/iç huzuru ile anılır… İşte sekinet ile sükunete erilen mekan ise meskendir. Aile sakinlerinin yaşadığı ev… Dünya’nın hır- gürü ve bin bir telaşesinden sıyrılıp, sükun bulacağımız sığınaktır mesken… Cennet köşklerinin Dünya’ya indirilmiş bir numunesidir mesken… Adeta cennetten ödünç alınmış bir huzur adacığıdır…
İnşaat malzemesi ve mimari tarzı ne olursa olsun, adını ne koyarsak koyalım, manevi çerçevesini çizdiğimiz evlerimiz, artık günden güne azalmaktadır. Evlerimiz, büyük küçük herkesin şen şakrak yaşadığı, kâinatla, kendisiyle uyumlu, tatminkâr mekânlar olmaktan, kademe kademe uzaklaşmaktadır. Hayatın her halinin yaşandığı, atadan toruna nesillerin barınağı, yuvası olmuş, harim-i ismetimizin muhkem bir kalesi hüviyetindeki evlerimizden, sadece gecelik otel durumuna düşmüş dört duvarla karşı karşıya kalmak hüzün ve endişe vericidir. Üst üste bindirilmiş kibrit kutucukları misali apartman bile, belki bir şeydi. Şimdilerde göğü tırmalayan, şeddâdî binalardan oluşan rezidans modası, bir hayat tarzı olarak sunulmaktadır. En güvenlikli, her türlü sözüm ona gereksinimin(!) düşünüldüğü ideal barınak… Olabildiğince az veya tek odalı ve olabildiğince az kişi ve mümkünse yalnız… İnsan sormadan edemiyor: Ellinci kattaki apartında kalp krizi geçiren birisine ilk yardım nasıl ulaşır? Kırk dokuzuncu kattan inip hangi camiye cemaat olunur? Birinci katta bile olsanız, öldüğünüzde acaba ne zaman, kimin haberi olur? Geçen yıl, rezidansında yalnız yaşayan bir matematik profesörünün, aylar sonra koltukta oturur halde ölüsüne ulaşıldığında, bedeni çürümüş ve bir maket halinde iskeleti, haber mevzuu olmuştu… Bedenden önce ölen ve çürüyen acaba ne idi? Sorular soru içinde…
Gönül evini inecek nura hazırlayan Hâtemü’l-Enbiya (sav) Hira mağarasından aldığı ışıkla, önce Mekke’yi/ şehirlerin anasını zulmetten kurtarıp düze çıkarmaya çalıştı… Mekke müşrikleri gözlerini ilahi nura karşı kör ettiler, ilahi sedaya kulaklarını tıkadıkları gibi… Dilleri varmadı, hakikati ikrar ve itiraf etmeye… İlahi Kelâm’a ve O’nun Mübelliğine Yesrib’liler ev sahipliği yapmak istediler. Hz. Peygamber de davete icabet etti ve sonra Yesrib’i Medine haline getirdi. Evler şenlendi, insanlar huzur buldu, meveddet, merhamet ve sekinet yaşanan hayat tarzı haline geldi… Peygamberimizin yatıp kalktığı “Hucurât” bir sûre-i şerife’ye konu oldu… Müslümanlar o sûre’den aldıkları ilham ve terbiye ile; nezaketin, âdâb-ı muâşeretin, kardeşlik hukukunun, şifrelerini öğrendiler ve kıyamete kadar payidar olacak İslâm medeniyetinin manevi unsurlarını devşirdiler. Bir ev, bir medeniyeti mayalamış oldu. Peygamberimizden sonra, Basra, Kûfe ve Kahire/Fustat, Medine’nin nuruyla kuruldu, şehir manzarası aldı. Bağdat, Merv, Kayravan ve Merakeş, doğudan batıya bir medine havası, medeniyet dalgası haline geldi… Evler üst üste binmedi, yan yana geldi, sırt sırta verdi, komşuluğu tattı, mahalle oldu, şehir oldu, hemşehriliğin hukukunu gözetti. Sade, asude ve emniyetli şehirlerimiz, maddi ve manevi mamuriyetin, güzel numuneleri olarak, tarihteki yerlerini aldılar. Dünya tarihinde İslâm Asırları hüküm sürdü… Gün geldi ki, güneşi ceketimizin astarı içinde kaybettik. Ferdi ve içtimai planda üslubumuzu yitirdik. Şimdi “ne idik, ne olduk ve ne olacağız ?” diye sorma vakti geçmek üzeredir. Bir yerden başlayacaksak, en öncelikli hususlardan biri; “şenlenecek evimiz-barkımız” olsa gerektir. Hâneniz şen olsun, şen kalın, sağlıcakla kalın, selam ve duâ ile…
MAKALEYE YORUM YAZIN
-
26.11.2024 YETERİNCE ÖĞRETMENMİYİZ
-
28.10.2024 DİL YÂRESİ
-
27.08.2024 PAYLAŞIMIN KIYMETİ
-
14.05.2024 İnfak Psikolojisi
-
13.02.2024 GAZZE’YE AĞIT
-
30.08.2023 KUR’ÂN’A BAKMAK VE GÖRMEK / KUR’ÂN’DA BAKMAK VE GÖRMEK
-
29.09.2022 İNSANİYET DA’VÂMIZ
-
12.03.2022 İYİLİK HÂLİ
-
18.12.2021 SEZAİ KARAKOÇ'UN VUSLAT YOLCULUĞU